İnsan, iş yaşamında yıllarını tüketse de bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyor. Belki de anlamlandıramıyor demek daha doğru olacak.
Anlamlandıramadıklarımın içinde böyle bir tanesi var ki, ne zaman onunla karşılaşsam bütün dengem bozuluyor: işbirliği ve yardımlaşma duygusundan yoksunluk.
Bu yoksunluk ile neredeyse, her yerde, her kademede ve her zaman karşılaşıyorum.
Bazen bir uzmanının diğer bir uzman arkadaşına bilgisini ve emeğini paylaşmaktan sakınması şeklinde, bazen de topluca bir fonksiyonunun bir başka fonksiyona karşı tavır alması şeklinde karşıma çıkabililiyor, bu yoksunluk.
Aynı zamanda, rekabet halinde olan iki firmanının, ‘birbirimize en ufak faydamız bile dokunmamalı’ tabusuyla, doğal kaynakları israf etmek pahasına bağımsız ve kayıtsız çalışmasına sıkça şahit oluyorum.
Tüm bu yaşananların gerisinde yıkıcı rekabet duygusunun olup olmadığından emin olmamakla beraber; beni daha çok ilgilendiren, bizi bu duygu ve eylemlere iten ortamın varlığı.
Öyle bir çalışma ortamı içindeyiz ki, bireyleri, fonksiyonları ve şirketleri farklı yönde etkileyen, işbirliği ve yardımlaşmayıbaltayan önceliklere sahipiz. Bireysel başarının ödüllendirildiği teşvik sistemleri, yapan ile kontrol eden iki fonksiyonun aynı anda amansız güdülendiği bir ortam.
Bazen bir müdür, bazen bir genel müdür bazen de iş sahipleri bu ortamı işleri daha iyi yönetmek için kullanmaya çalışırken, bütün resmi kaçırabiliyor. Benzer şekilde rekabet kurum ve kurallarının oturmadığı serbestlikler ülkesi Türkiye’mizde kaynaklar yok yere harcanabiliyor.
Yardımlaşmadan uzaklaşmamıza yol açan bir başka neden de, bir başkasının başarısızlığı ile başarılı olabileceğimizi düşünmemiz. Maçta rakip oyuncunun sakatlanmasından mutlu olmak, rakip firmanının satış ekibinin topluca istifa edip işten ayrılmasından dolayı bayram yapmak, çalışma arkadaşımızın müdürü tarafından terslendiği anlarda gizli zafer çığlıkları atmak, bana hiç ama hiç anlamlı gelmiyor.
Sevgisini kendi başarı kriterlerine göre ‘altın terazisinde’ tartarak dağıtılan anne ve babalar misali, iş yaşamında benzer rollere soyunanlara yaranmak için gösterilen farklılaşma gayretleri bizi işbirliğinden çoğu kez uzaklaştırıyor. Sonrasında Eminönü’ndeki aç güvercinler gibi bir avuç yeme hücum etmeyi bekler oluyoruz.
Belki de böyle gelmişin böyle gideceğine inanmışlığımızda körüklüyor bu yanlızlık tercihimizi. Aynı zamanda ‘başka birşey görmeme’nin getirmiş olduğu ve ‘başarılı olmayabilirim’in ortaya çıkardığı cesaretsizlik.
Bir de işbirliği tacirlerinden bahsetmemiz lazım bu noktada. ‘Dün sana bir vermiştim, sen ise bana her gün vereceksin’ ticaretini yapanlar. Yardım gönüllüsüymüş gibi sürekli olarak avlarını -pardon, düşkünleri- arayan ve o zor anlarda yaptıklarını gelecekte misli ile almaya çalışanlar. Avını duygusal olarak ele geçirdikten sonra ‘galata bankerleri’ gibi Allah ne verdiyse faiz kesenler.
Tüm bu yaşananlar sonrasında iş yaşamını da bir anda güvensizlik bulutları kaplıyor. Kimse kendinden başkasını görmez oluyor. Herşeye rağmen hala birilerine güvenenlere, ‘saf ve her an kandırılma potansiyaline sahip’ etiketi vurulurken; güvensizliklerini paranoya düzeyine çıkaranlar ise gerilen sinirleri, genç yaşta yıpranan bedenleri, ihtiyarlayan ruhları ile ‘sözde’ yaşamlarını sürdürüyorlar.
Ben ne mi yapmaya çalışıyorum, anlamlandıramadıklarımla?
Hoşlanmadığım birşeyle çok sık karşılaşmaya başladığımda, çoğu kez bunun nedenlerini anlamaya çalışıyorum. Çoğu kez de bu nedenlere hak vermesem bile onunla barışık yaşamaya çalışıyorum. Bu barışıklık, teslim olmak anlamına gelmiyor. En azından etki alanımda bu sorunun çözümünü uzun vadeye yayıyorum. Diğer yandan mümkünse etki alanımı genişletmeye çalışıyorum.
Bu tutum hem ‘ya sev, ya terk et’ misillemelerinden beni koruyor hem de bir yandan yaşamımı daha anlamlı kılmaya çalışıyorum.
Farketiniz mi? Ne kadar çok çalışıyorum dedim. Çalışmak, belki tam bir ‘başarı’ anlamına gelmiyor. Ancak ‘teslim olmak’ anlamına gelmediğini kesinlikle biliyorum.
Daha Fazla Daha Az